Bizdekini anlamak üzerine – S

Öyleyse yazayım..

Bir süreden beri herhangi bir dalda ortaya yeni bir şey koymak için arkada yapılmış işlere ne kadar atıfta bulunulması gerektiği, bu atıf ne seviyeyi geçerse ortaya konmuş olan şeye aslında yeni diyemeyeceğimiz gibi abuk sorularla kafamı meşgul ediyordum. Bu çok basit seviyelerde düşünülebileceği gibi toptan bir ekonomik sistem, moral sistem vs. gibi bir bağlamda da düşünülebilir. Bu zaman zaman tabii dini noktalara da bağlanıyordu. Sonuçta din de biz neyi nasıl yaparsak bir şekilde ona doğru evrilen bir şey. Mutlak gerçek olan orda durabilir, ama biz onu yaşamıyorsak o zaman yaşanılan din mutlak olan değildir. Bu durumda onun mutlak olana yakınsayacak şekilde zorlanması gerekir ki bunu yapış süreci işte yukarıda anlattığım ‘yeni’ seviyesinde olmamalıdır. Fakat bununla beraber zaman aynı olmadığı için eski olması da beklenemez. Sonuç olarak ortaya değişimin nasil olması gerektiği gibi oldukça pratik bir soru çıkmakta. Okuduğum kitapların birinde sanki bu soruya cevap vermemizi sağlayabilecek bir cümleyle karşılaştım, onu yazayım:

Peter Mansfield “A history of the middle east”te şeriat için şunu diyor: it is neither canonical law nor secular law, because no such concept in exists islam: it is rather a whole system of social morality, prescribing the ways in which man should live if he is to act according to gods will.

Temel olarak onun bu sözlerinde ve aslında başka fikirlerine de dayanarak, varmış olduğum sonuç aslında İslamın içermiş olduğu basitlikle tekrar kendine dönülebilecek bir kaynak olduğu fakat bu geriye dönüşün aslında tarihsel süreç içerisinde yasanmış olan bir İslam haline dönüşün ötesinde oluşu ve özgün olabilme ihtimalini her zaman barındırabilmesi gerçeği. Aslında özündeki mükemmellik hem geriye dönüşü mümkün kılacak kadar sabit hem de dönüş sonrasında özgünlüğe izin verecek kadar esnek olmasından sebep belki de. Buradan bir kaç tarihsel çıkarım yapmamız mümkün olabilir belki de. Mesela basitçe İslama dönersek sorunlarımızdan kurtuluruz, yine eski muhteşem günlerimize döneriz önermesi hem yanlış hem doğru oluyor bakıi açımıza göre. Kısaca dönüş tespiti doğru ama daha dönüş sürecine girmeden hedefi koymak ve bunu tarihsel bir zamana sabitlemek yanlıi. Harekete başlamadan elimizdeki mevcut esnekliği sınırlandırmış oluyoruz kısaca. Başka bir çıkarım da İslam dışındaki bir baska noktayı (örneğin Avrupa medeniyetini vs.) referans noktası olarak almanın anlamsızlığı olabilir. Yukarıdaki cümlenin temel noktalarından birisi elimizdeki şeyin özgünlüğü. Kendi geçmişimizdeki sorunlar her ne ise bu özgün şeyin yorumlanmış halinden dolayı mevcut, ya da bu özgün şeyden sapmamızdan dolayı. Oysa biz tarihsel olarak çözümü durumumuzun özgünlüğünü göz önüne almayıp dışımızdakilerin üstünlüğüne öykünmek suretiyle çözmek istemişiz. Fakat muhtemelen özgün durumdan hasıl olan sorunlar yine özgün çözümler gerektirmekteydi. Biz ise sadece benzemeye çalıştık. Benzemeye çalıştığı şeyin daha üzerine çıkabilmiş bir örnek bulunabilir mi ki acaba dünya üzerinde? İslamın güzelliği ise belki onun doğrultusunda bir şekil vermek istediğinde hayata, statik bir şeye benzeme çabasına girmesinin ötesinde özgün bir şeyler ortaya koyulabilecek olması.

Toparlamak gerekirse düşünmek lazım, ama düşünürken öğrendiğimiz terminolojinin dışında bir terminolojiye gereksinimimiz var. Yoksa batılıların terimleriyle düşünen doğulular oluyoruz. Terimler onların olduğu için de kendimiz gibi düşünemiyoruz. Oysa durum gayet basit, içinde bulunduğumuz durumlar onların terimleriyle açıklanabilecek şeyler değil.

S – 2012

Dosta Dair

Uzun zaman sonra aklımda olanı harekete dökmek istedim. Nasıl olsa kimsenin bir ses vereceği yok, ihtiyacı yokmuş gibi içinden konuşmaya. İşlerin yoğun biliyorum. Bu da bir ikiyüzlülük belki ama alınma sakın. İşler hep yoğun olur değil mi? İnsana ayıracak vakit olmaz. Bu saçmalık üzerine çok düşündüm. İşlerim çok yoğun diyenlerin suratına bir Osmanlı tokadı bile indirmek istediğim olmuştur. Ne diyecektim. Cortazar ya da Sartre hatırlamıyorum. Bir şey okuyordum aklıma geldi ve bana varlığımı hissettiren belki de tek adama yazmak istedim. Bunu bu şekilde ifade etmemde belki bir sürü yanlış vardır ancak az önce hangi dürtüyle sana yazmaya karar verdiysem, bunu başka şekilde tanımlamam mümkün değil.

Olmasını ne kadar istediğimi kimse bilemedi. Olmamızı. Bir yıldızlar karması. Bırak yıldızı, taş olsaydık. 5 taş olsaydık ve öylece bir işe yarasaydık diye. Herkesin yalnızlığını bir çırpıda söküp almak isterdim. Kafasını çevirip bakmadı bile kimse. Defalarca söyledim. Asıl sorunun “ilahi” olduğunu ve illa ki huzuru bulabileceğimiz kaynağın ordan geçtiğini. İşte kardeşlik, belki fazlaca adam kokuyordur. Sanki başka türlüsünün kokusundan haberdarmışız gibi. 22-23 senelik ömürlerimizde katıksız, kadının ne olabileceği hakkında en ufak bir görüşümüz yoktu. Birbirimiz için de hiçbir şey yapmadık. Peki nerde kaldı onca emek yani emeğin paylaşımı, selam, hiç bahsedildi mi sevgiden. Oysa defalarca aynı sofrada kaşık çaldık. Kim kaldı geriye. Daha iyisini bulamayacaksan ne diye kaybedersin elindekini.

Çok iyi biliyorum, en fazla zararı alan o dönemlerde, en fazla yok olan oldu. Kimisi öyle bir kayıplara karıştı ki izini bile bulamıyorum artık. Demek ki diyorum bazen, o dönemleri kimse hatırlamak istemiyor. Oysa biz seksenler doğumlularız, kendi yaptıklarımız ve ailemizden başka kimse başımıza sıkıntı açmadı.

İnsanın ikiyüzlülüğü hep kendini gösteriyor. Başkası için bir şeyler yapmayacaksan hayatın anlamı nerde kalır. Hiç düşünmedik bunları. Öyle bir akıntıya kaptırdı ki herkes kendini. Bir şey olma çabası, oysa olunan şeyin insani hiç bir değeri yoktu. İnsani olmak için hiç bir çabamız olmadı.

Dostluğun olmamışlığından ne olması gerektiğini çıkartmaya çalışıyorum. Tüm olmamışlıkları kendi içimde oldurmaktan başka çarem kalmıyor. Yetişemiyorum ama olmasını istediğim bu çoklaşmanın kendisi. Başka yolları tercih etmeden, belki bir inatla bekliyorum. İnanıyorum ve kimi zaman da açıkça görüyorum ki var olduğunu hatırlatacak birinden başka kimseye muhtaç değil insanlar. O kimseye ise dost diyoruz.

M – Şubat 2012

Arkabahçe (2006)

Sevgili arkabahçe,

Ne senin benden haberin var doğru dürüst, ne de benim senden. Ayda yılda bir yol kenarında denk gelirsek görüşüyorduk. Ama uzun zamandır yapmadığım bir yenilik olsun istedim arkabahçe. Kapına kadar geleyim. İçeri buyur edersen ayakyalın basayım istedim çimlerine.

Çok zaman oldu arkabahçe. Suyun altından da üstünden de neler neler geldi geçti. Şimdi anlatayım desem, yok yok arkabahçe, çok zaman alır, başını şişiririm.

İnsan mahlukuna üzülüyorum arkabahçe. Beş para etmeyişine, beş para etmeyişime üzülüyorum. Yaşıyor gibi yapışıma ama ölsem daha iyi diyişime üzülüyorum.

Ona bile üzülemiyorum aslında arkabahçe. Yalan atıyorum. Rol yapıyorum kendi kendime. Yitirdim mi, arıyor muyum, bilmiyorum arkabahçe. Görüntülerin hepsi bu sefer kapalı. Elini çekti mi dersin üzerimizden arkabahçe?! En istemediğimiz, bu olacaktır değil mi! Bizim ilgisini beklediğimiz yalnız O değil mi arkabahçe?!

Utanıyorum arkabahçe. Zamandan utanıyorum. Ne durduğu var ne geçebildiği.

Ellirimi kıskanıyorum arkabahçe. Ne istediysem yapabiliyorlar. Onları kıskanıyorum. Kendimi doğru dürüst kandıramadığıma da üzülüyorum. İkiliklerin bütün yalanımı altüst etmesinden bıkıyorum. Yeniden yeniden deyip durmamdan usanıyorum. Başka diyecek söz bilmiyorum. Cehaletimden cahilliğime sığınmaktan başka bir yol olduğunu kestiremiyorum. “Ne var!” cehalet diyorum arkabahçe. “Yoksa” diyemiyorum.

Seni seviyorum arkabahçe, benden ırak olmanı seviyorum. Uzaktan bana benziyorsun, yakınımda seni ben sanıyorum ve korkuyorum, belki tiksiniyorum. Arkabahçe gibi olmak istiyorum. Çok dokunulmamak, otlarımın büyümesi, bir gelen olursa “Buraya da çeki düzen vermek gerekir” dediği bir yer olmak istiyorum. Yakından nefret ediyorum arkabahçe senden. Yakından bana benziyorsun.

Öyle işte, uzakta dur gelme. Üzerine düşünmeyeyim arkabahçe. Beni bana hatırlatma arkabahçe. İnsan arkabahçe. İnsan olmak zor. Anlamamana üzülüyorum arkabahçe. Anlatamayışıma üzülüyorum. Hayret ediyorum arkabahçe. Hayret edemiyorum.

Yine de seni seviyorum arkabahçe. Yine de birşeyler buluyorum sen de.

M – 2006

Hamsili Akşam – M

Ailecek yemekteyiz. Baba evini ziyaret etmeyeli epey olmuş. Akşama ziyafet var. Anacığım hamsileri tavada kızartmış. Hanım da bir salata yapmış ki öyle böyle değil. Televizyon bir kenardan anlatıyor derdini. Arada başımı kaldırıp bakıyorum. Akşam haberleri. Fransa ülkesinde sözde Ermeni soykırımını kabul etmeyeni cezalandıracak yasa meclisten geçmiş. Sinirleniyoruz hep bir ağızdan. Başbakan açıklama yapmış. Fransa ile ilişkilerimizi gözden geçirecekmişiz. Ben gülümsüyorum. Babam olur böyle şeyler der gibi bakıyor ekrana. Irak’ta üç ayrı pazaryerinde aynı anda bombalar patlamış. Kendi kendine patlamaz ya birileri patlatmış işte. 63 kişi ölmüş. İki katı da yaralı varmış. Allah rahmet eylesin diyoruz hep bir ağızdan. Suriye’de Esed muhalif diye halkın yaşadığı bölgelere ateş açıyormuş. Sokaklarda cesetler varmış. Türkiye sınırı içinde terör örgütüne yönelik operasyonlar sürüyormuş. Uzun zamandır varılamayan kamplara ulaşmış askerler. Sokak ortasında polis aracı taranmış, 1 polis şehit olmuş. Yemeğe devam ediyoruz. Hamsi de şahane. İki kilo olsa yine bitiyor bizde bu hamsi.

Zam haberleri veriliyor ardından. Seneye otomobil vergileri %10 artacakmış. Normal karşılıyoruz. Başka kimin sırtına vurulacak ki bu yük diyoruz. Devletin kendi geçimini vatandaştan çıkartması, büyümek ve gelişmek için kimseye sormadan yapılan bu adaletsizlikler. Bir karşılığı olabilse bari diyeceğim. Sanki emek sömürerek var olabilecekler. Bir devlet vatandaşı mutlu ise uzun yaşamanın hayalini kurabilir. Onu mutlu olduğuna inandırarak değil. Tüm organları canlı canlı bağışlanınca değil. Her birinde birer ipotek var sanki. Kullanmak da istemiyorum bu kelimeyi ama kapitalizm denen imansızın yüzünden yani paraya bir başka türlü tapan bu yeni güruh yüzünden. Amaç gelişmek ve büyümek ise bu tanrı değiştirerek olmaz. Vicdan’ın olmadığı yerde çünkü insandan da imandan da bahsetmek artık mümkün değildir. Haberler dönmeye devam ediyor.

Karadeniz’de petrol bulamamışız. Boş dönmüş arama gemileri. Sofradan hamsi tabakları kalkıyor. Mis gibi taze helva geliyor. Bir de sürpriz cevizli incir tatlısı. Validem biliyor işini. Son haberlerde şike falan diyorlar. Cezaevinden birileri konuşmuş. Vekiller kıyak emeklilik yasasını meclisten geçirmişler. Hiç mi güzel bir şey yok diyoruz bu memlekette. Sofradan kalkıyoruz. Oysa bir şeyler de oluyor ama bunu bile çıkıp söyleyebilecek değiller basın organlarında. Çünkü basın denen kurum toplumun kalın bağırsağı olmaktan daha öteye bir vazife göremiyor.

Çaylar geliyor çerezle birlikte. Bu akşam hangi dizi vardı diye soruyor herkes birbirine. Şu meşhur dizi çıkıyor: Sultan Süleyman’ın hayatı. Bir sürü kadın göğüsleri fora, ordan oraya salınıyor. Pembe dizi gibi birbirilerinin yüzüne yüzüne birbirlerine kinlerini kusuyorlar. Tamam, anladık bu bir “şow biznıs” ama tarihte böyle şeyler mi olmuş Allah aşkına diye söyleniyorum. Sanki çocuk oyuncağı diyorum ama göz ucuyla da bakıyorum. Bana kalsa açıp bakmam da işte aile baskısı dedikleri bu olsa gerek diyorum. Böyle de kıvırıyorum. Yanlış olduğunu bildiğim bir gerçeğe o kadar da karşı gelemiyorum.

Çayları da içince yatmaya hazırlanıyoruz. “Son Dakika” diye bir şeyler yanıp sönüyor tv’nin bir köşesinde. Merakla bakıyoruz. Terörist diye kaçakçılık yapan köylülerin bombalandığını öğreniyoruz. Allah rahmet eylesin diyoruz. Biraz kızıyoruz, biraz üzülüyoruz, işin içinde adalet arıyoruz. Tek geçim kaynakları koruculuk ve kaçakçılık olan köylülerin halini düşünüyorum. Nasıl bir şey ki bu diyorum. İki geçim kaynağı oluyor. İkisi de bir garip değil mi bunların. Koruculuk büyük bir sorunun parçası olan bir sistem ve kaçakçılık zaten suç sayılabilecek ama çaresizlikle yapıldığı söylenen başka bir olay. Bir türlü çözüme ulaşamayan, başımızı kaldırıp başka yöne bakamadığımız-baktırılmadığımız sorunlarımızı tekrar hatırlıyoruz. Sanki toplumun üstünde bu baskıyı yaşatmak istiyorlar. Sürekli buna bakın başka bir şeyi görmeyin diyor birileri. Canımız sıkılıyor. Birileri ölüyor ama bizim canımız sadece buna değil birçok şeye aynı anda sıkılıyor.

Balık gibi kaygan diyorum her şey, ne zaman düzelecek! Eğer birileri ya da biz iyi bir şeyler yapmazsak kim düzeltecek bu kadar ters gideni? Sonra, daha kendi ömrüm içinde olanları düşündüm. Belki şu an 10 sene öncesinden daha iyiydi, öyle olduğuna da inanmak istiyorum. Bu ikili bir durum bir bakıyorum iyiymiş gibi, bir de bakıyorum her şey daha da kötü. Belki böyle iki yüzü de görebilmek gerekli. Önemli olan da bu değildir belki de. Mutluluk vardır ya hani, insanın içi ferahtır, gülümsersin huzurla, işte onu görmeden çehrelerde insanlara mutlu denemez ki. Bu mutluluk insanın kendi içinde bulabileceği bir histir diyorum. Ancak, acı verirsen insanlara, öfke, kin, sapkın düşünceler ve görüntüler verirsen, dikkatleri dağılmaya çok açık olan insanların dikkatinin önündeki duvarı bir palet boya ile boyayıp arkadaki gerçekleri kapatıverirsen nasıl doğruyu görebilir ve ona yönelebilirler? Temiz bir denizin balığı temiz olmaz mı? O boyalı duvarlara aptal aptal bakıp üzerini örttüğü o iğrenç duvarı ve o figürleri görmeden, sahte bir mutluluğun içinde olan insanın durumu ne hazindir. “Anı yaşa” diye diye düşünmekten vazgeçirilmeye çalışılan insanların küçük hissettirilmişliklerinden beslenen sistematik düzenbazlıklar var kapımızda. Ama bu asimetrik saldırının yanında sadece inanmakla insanoğlu hakikatini bulabiliyor. Ne var ki inanmayı bulabilsin.
Zulüm bize dokunana kadar, var olanlarından sırt çevirmemeliyiz diye hamsi zevkimin içine bir sürü mesele soktum. Oysa ne yaptım ki sıkıntı etmekten başka. Dürüst oldum belki, ancak, en zor zamanda doğru kararları verebildim mi? Verebilecek miyiz? Şüpheli.

Kısa cumhuriyet tarihinin tüm zamanlarında zulüm görmüş olan halkın, uyanmakla uyanmamak arasındaki davranışı bile, sistemin kırık kemiklerinin onarılmasına yardımcı oluyor. Uyanık ve dipdiri bir toplum olunduğunda ise tarihi vazifemize kaldığımız yerden devam edeceğiz.

M – 2012

Yeni Dünya Düzeni-1

Dünya büyük bir şirket oldu, dünyayı parababaları yönetiyor  diyorlar. İnsanlar tüketmeye yarayan tüketim köleleri oldu, hep seninle oynuyorlar, oyuncak oldun diyorlar. Dönen çarkın içinde olmak zorundasın, bu tekere çomak sokamazsın diyorlar. Güzel hiçbir şey demiyorlar, hep başkalarının başkalarına yaptığı ve yapacağı kötülüklerden bahsediyorlar. Başka insanların planladıkları gibi yaşamak zorunda olduğunu ve başka bir yaşamın söz konusu olamayacağını söylüyorlar. Buna da yeni dünya düzeni diyorlar eskisini becerememiş olanlar.

Hep başkası yapıyor ve yine başkasının yaptığını konuşuyoruz. Yaşamın güzelliğini yani insanın iyiye bakan yönlerini bir manada “hisleri” ön plana çıkartmaktansa kötü olan ne varsa onları görüyoruz etrafımızda. Sinirlerimiz alt-üst. İyiyi görmek için aramak gerekiyor ve ayıklamak gerekiyor kötünün arasından. Çaba gerekiyor. Özgürlük diye bir şeyin varlığından bahsetmek gülünç olmuş, her şeyin başkaları tarafından kontrol edildiğine inanmış ya da inandırılmışız. Haklı olanın hakkını alamadığı bir dünyaya inanıyor herkes, sadece kitaplarda kalan güzel dünyaları arıyoruz. Bu daralmış alanlarda yaşamaya zorunlu olmuşuz. Huzur kelimesinin manası bile kaybolmak üzere. Kötüden uzaklaşmak için için gözlerini hep iyiden yana çevirmek zorundasın. Hala  özgürce yaşadığını mı zannediyorsun!

Onlar diye bir “şey”, “birileri” var ve onlara göre kuklasın. Onların dizayn ettiği bir hayatı yaşıyorsun onlara göre, dünyaya tüketilecek bir şey vermiyorsan sistem seni saymıyor, öldüresiye çalışmak zorundasın. Çalışmaların çoğu insan tabiatına uygun olmayan bir yıpranma üzerine kurulu, tercih edemeden birçok şeylere razı gelmek zorundasın. Başka türlü yaşamanın mümkün olmadığını biliyorsun. Herşeye üretim ve tüketim olarak bakan bu mantık, insana da toplumlara da üreten ve tüketen birer hayvan olarak bakıyor. Buna uygun felsefini de sokuşturuyor aralara. Senin hayvandan farklı yanının üretecek olan zekadan başka bir şey olmadığına çoktan kabul etmiş olman  gerektiğini söylüyor sana. Üretimini sürdürebilmek için gerekli olan kaynaklara da on yıllardır hayvanca saldırılıyor ve insanların tüketimi arttırması için ne gerekiyorsa yapılıyor. Bu durum git gide daha da kötü bir hal alıyor. Bu düzenin içinde olduğunu anlayıp daralmamak ne mümkün, illede sana huzur verecek limanlara bakıyorsun. Herkes gergin o ülkede, refah için herşey mübah zannedenlerin hayatında 1 sn refah hissettikleri yok, unutmuşlar çoktan “his”leri.

Kimisi memnun, kimisi dertli, kimisi umursamaz görünüyor yaşadığını.

Varlıklı olmayı tüm nimetlerin üstünde tutuyor. O kadar gözü bürümüş ki para. Kendi dediğimize bile inanmıyoruz. 

Klasik-Modern-Postmordern derken Neo-postmodern anlayışlarla ve hep batının kavram ve aklıyla konuşmak zorunluluğunda kendi zeminini bulamamaya mahkum yaşıyoruz. İhanetinin sonucunda dünyadaki cehennemin, kendine-tabanına-varlığına-tekine uzak olmanın işte son haddini yaşıyoruz. Soytarılıkla gülümsemeye devam ediyoruz. Ellerini ovuşturanları ise istemsiz bir nefretle izlemek zorunda kalıyoruz. Çünkü o bizden başkası değil. 

İnsanlarımızın yanlış olanda dipleri gördüğü şu devirde, üç yüz senelik tökezlemenin ardından, arabesk bir ümitsizlikle kahve köşelerinde harcanan binlerce hayatın peşinden, ümidin yeniden doğuya kaymaya başladığını görüyoruz. Sadece ümit’ten bahsetmeye başlandığının bilincinde.

Düşününce – M

Dünya bir çok sistem denedi, hiçbiri dikiş tutturamadı. (Yeni Dünya Düzeni-2)

Koridor

Zaman peşim sıra, sinsice takip ediyor.

Kim demiş ki karşı koyabilirim, uyumlu olabilirim, umursamayabilirim, ben bir şey yapabilirim zamana karşı. Zamana karşı birşey yapamayacağımız gibi zamanla da birşey yapamayız. O bizi takip eder sinsi sinsi. Biz takip edildiğimizi bilir, kimin takip ettiğini de bilir, ne dokunabiliriz ona, ne yakalayabiliriz, ne de azad edebiliriz. Bizim ona mahkum olduğumuz kadar o da bize mahkumdur.

İçinden geçmekte olduğumuz bir koridor gibi heryerimizi sarmıştır. Bizi biryerlere ulaştıracak olan o yol gibi, kurtulamayacağımız, çıkamayacağımız, kaçamayacağımız bir “şey” gibi devamlı sürekli, iç içe, üst üste, alt alta, o kader dediğimiz çizginin üzerinden yürüyüşümüzün şahidi: zaman.

Bakunin: DEVLET İNSANLIĞIN İNKARIDIR…

 
Bakunin-FD
 
Ne zaman sömürü söz konusu olsa, burjuvazi çabucak dayanışma içine girer. – Bakunin

FEDERALİZM ilkesinin Cenevre’deki kongre tarafından oybirliğiyle yürekten onaylandığını açıklama fırsatı elde ettiğimiz için çok mutluyuz… Ne yazık ki bu ilke, kongre kararlarımızda yeterince formüle edilememiştir. Bize göre, ilkelerimizin duyurusunda en ön sırayı alması gerekirken … dolaylı göndermeler dışında bu ilke doğru dürüst ele alınmamıştır.

Bu, hemen doldurmak zorunda olduğumuz üzücü bir boşluktur. Cenevre Kongresi’nin ortak anlayışıyla uyum içinde, şunları ilan ediyoruz:

Özgürlüğün, adaletin ve Avrupa’nın uluslararası ilişkilerinde barışın zaferini elde etmenin, Avrupa ailesini oluşturan farklı halklar arasında bir iç savaşı imkansız hale getirmenin bir tek yolu vardır; bu yol Birleşik Avrupa Devletleri’nin oluşturulmasıdır.

Kendi güçleri arasında bulunan devasa eşitsizlik göz önüne alındığında, Birleşik Avrupa Devletleri, asla, şimdiki gibi kurulmuş olan devletlerden oluşamaz.

Artık ölü olan Germen Konfederasyonu, monarşilerden oluşan bir konfederasyonun tamamen bir maskaralık olduğunu, barışı da halkların özgürlüğünü de güvenceye alamayacak kadar güçsüz olduğunu kanıtlamıştır.

Adını cumhuriyet bile koymuş olsa, zorunlu olarak bürokratik ve militarist olan hiçbir merkezi devlet, ne kadar istekli ve azimli olursa olsun asla uluslararası bir konfederasyona giremez. Hep açık ya da gizli olarak özgürlüğün inkârı anlamına gelen yapısının özü, zorunlu bir şekilde, sürekli bir savaşın ilanı ve komşularının varlığına yöneltilmiş bir tehdit olarak kalacaktır.

Devlet, gerçek bir şiddet ve gündelik yaşamda adi hırsızlık anlamına gelen bir fetih – nihayet artık tarihsel bir hak olarak görülmeye başlandığı zamana kadar tüm kurumlaşmış dinler tarafından onaylanarak kutsanan – eylemi üzerinden inşa edildiği ve muzaffer şiddetin özel ve başlıca bir hak olarak böylesine tanrısal şekilde kutsanmasıyla desteklendiği için, her merkezi devlet, bu yüzden, tüm diğer devletlerin haklarının mutlak inkârı olarak var olur; kendi politik çıkarları için diğer devletlerle yaptığı anlaşmalarda onlara bu hakları tanısa bile…

Bu yüzden, Birlik’in tüm üyeleri, ülkelerinin – yukarıdan aşağıya doğru şiddet ve otorite ilkesi üzerinde kurulmuş olan – eski birleşimin yerine, halklarının çıkarları, ihtiyaçları ve doğal tercihleri üzerinde yükselen – bireylerin komünlerle, komünlerin bölgelerle, bölgelerin ulusla, ve en nihayet, ulusun da önce Birleşik Avrupa Devletleriyle, eninde sonunda ise tüm dünyayla özgür federasyonlar oluşturması dışında bir ilkesi olmayan – yeni bir örgütlenmeyi koyabilmek için tüm çabalarını kendi ülkelerinin yeniden kurulmasına yöneltmek zorundadırlar.

Sonuç olarak, Devletin tarihsel hakkı olarak tabir edilen her şeyden kayıtsız şartsız vazgeçilmesi; doğal, politik, stratejik ve ticari sınırlarla ilgili tüm sorunlar, bundan böyle artık antikiteye ait sorunlar olarak değerlendirilecek ve Birlik’in tüm üyeleri tarafından kararlılıkla reddedilecektir.
Bileşiminin komşu ülkelerin özerkliği ve özgürlüğü üzerinde bir tehdit ve tehlike teşkil etmemesi şartıyla, büyük ya da küçük olsun, her ulusun, güçlü ya da zayıf olsun her halkın, her bölgenin ve her komünün, mutlak özerklik hakkının tam olarak tanınması.

Ülkenin, devletin bir parçası olduğu olgusu, kendi iradesi doğrultusunda özgürce devletle birleşmiş olsa bile, o ülkenin ebediyen devlete yapışık olarak kalması zorunluluğunu doğurmaz. Hiçbir kalıcı zorunluluk, üzerimizde otoritesi olabilecek tek adalet türü olan insanlığın adaleti tarafından kabul edilemez ve biz, kaynağını özgürlükten alanlar dışında hiçbir hak ve görevi asla tanımayacağız. Özgürce birleşme ve yine eşitlik içinde birlikten geri çekilme hakkı, politik hakların en önde geleni, en önemli olanıdır ve bu hak olmazsa, federasyon asla sahte kılıklı bir merkezileşmeden başka bir şey olmayacaktır.

Tüm bu söylenenlerden çıkacak sonuç şudur: Birlik, Avrupa demokrasisinin herhangi bir ulusal kliğinin monarşik devletlerle, amacı ezilen bir ülkenin bağımsızlığının veya özgürlüğünün tekrar kazanılması bile olsa, herhangi bir ittifak kurmasını açıkça yasaklamalıdır. Böyle bir ittifak yalnızca düş kırıklığına yol açar ve aynı zamanda devrime yapılan bir ihanet olur.

Öte yandan, özellikle de Barış ve Özgürlük Birliği olduğu için ve barışın yalnızca halkların en yakın ve en bütünlüklü dayanışmasıyla sağlanıp, adalet ve özgürlük temelinde tesis edilebileceğine inandığı için Birlik, her türden yerli veya yabancı ulusal ayaklanmayla duygudaşlığını açıkça ilan etmelidir; elbette bu ayaklanmalara, güçlü bir Devlet kurma hırsı ve niyetiyle değil de, bizim ilkelerimiz ve kitlelerin politik ve ekonomik çıkarları adına girişilmiş olması şartıyla.

Birlik, Devletlerin görkemi, büyüklüğü ve gücü olarak bilinen her şeye karşı amansız bir savaş açacaktır. Milyonlarca insanın kurban edildiği tüm sahte ve art niyetli putlara karşı koyacaktır; insan aklının görkeminin bilimde ortaya konulması ve evrensel gönencin emek, adalet ve özgürlük üzerinde kurulması.

Birlik, ulusu bir ilke olarak değil, özgürce varlığını sürdürme hakkına tartışmasız bir şekilde sahip olan doğal bir olgu olarak kabul edecektir, çünkü dışlayıcı bir olgu olan ulus ayrımlar yaratırken, her ilke evrenselliğin gücüne dayanır. Günümüzde Fransa, Rusya, Prusya ve hatta pek çok Alman, Polonyalı, İtalyan ve Macar yurtsever tarafından bile ilan edilen sözümona ulus ilkesi, tamamen devrimin ruhuna karşı olan bir gericilik tarafından türetilmiş bir kavramdır. Okuma yazma bilmeyen halklar tarafından konuşulan bölgesel lehçeleri aşağılayacak kadar aristokratik bir kavramdır bu. Bu kavram dolaylı olarak, bölgelerin özgürlüğünü ve komünlerin gerçek özerkliğini yadsır.

Tüm ülkelerde bu kavrama sunulan destek, bu kavram tarafından aslında hep imtiyazlı sınıfların lehine olan sözümona kamu yararına gerçek çıkarları kurban edilen halk kitlelerinden gelmez. Bu kavram, Devletlerin ileri sürdükleri tarihsel haklardan ve hırslardan başka bir şey ifade etmez. Bu yüzden ulus hakkı, Birlik tarafından asla özgürlüğe karşı, hatta özgürlüğün üstün ilkesinin doğal sonucundan başka bir şey olarak değerlendirilemez; özgürlüğe karşı, hatta özgürlüğün dışında bir duruş aldığı andan itibaren bu, artık bir hak olmaktan çıkar.

Birleşme, insanlığın karşı konulmaz bir şekilde ona doğru ilerlediği büyük bir erektir. Ancak özgürlük göz önünde bulundurulmadan kurulduğunda ölümcül olan bu birlik, ya şiddetli yöntemler aracılığıyla ya da tanrısal, metafizik, politik ve hatta ekonomik bir düşüncenin otoritesi altında, aklın, onurun ve halkların refahının yıkımı olur.

Özgürlüğü dikkate almadan birleşmeye yönelen bir yurtseverlik, göklere çıkardığı ve hizmetinde olduğunu iddia ettiği halka ve ülkeye özgü gerçek çıkarlar için hep felaket anlamına gelen kötü bir yurtseverliktir. Öyle olmasını istemediği halde, bu tür bir yurtseverlik sık sık, devrimin yanı sıra ulusların ve insanların özgürleşmesinin de düşmanı olan gericikle dost olur.

Barış ve Özgürlük Birliği yalnızca, bütünün özel hakların ve çıkarların inkârı ve tüm yerel refahın ve özgürlüklerin kaynağı ve teyidi olabilmesi için, bütünü oluşturan özerk parçaların federasyonu tarafından özgürce kurulan bir birlik biçimini tanıyabilir. Bu yüzden Birlik, özgürlüğün bu büyük ilkesini titizlikle içermeyen her türlü dinsel, politik, hatta ekonomik örgütlenmeye güçlü bir şekilde saldıracaktır; çünkü bu ilke olmadığında, aklın, adaletin, refahın ve insanlığın varlığından söz edilemez.

İşte, Barış ve Özgürlük Birliği’ndeki baylar, Cenevre Kongresi’nin ilan ettiği federalizm ilkesinin getireceği gelişmeler ve doğal sonuçlar, bizim gördüğümüz ve şüphesiz ki sizin de gördüğünüz kadarıyla bunlardır. Barışın ve özgürlüğün mutlak koşulları işte bunlardır.

(…)

Federe olsun ya da olmasın, her devlet, en güçlü devlet olmaya çalışır. Başka devletler tarafından yutulmamak için hırsla her şeyi yiyip yutacaktır, fethedilmemek için fethedecektir; boyunduruk altına alınmamak için boyunduruk altına alacaktır; çünkü birbirine benzeyen ama birbirine karşıt olan iki güç, karşılıklı yıkım olmaksızın bir arada var olamaz.

Bu yüzden devlet, insanlığın en aleni, en husumetli ve en mutlak inkârıdır. Devlet, yeryüzünde yaşayan tüm insanlar arasındaki dayanışmayı paramparça eder ve bu insanların bir kısmını, yalnızca geri kalanları tamamen mahvetmek, fethetmek, köleleştirmek amacıyla kendisine tabi kılar. Yalnızca kendi yurttaşlarını korur; insanların haklarını, insanlığı, uygarlığı sadece kendi sınırları içinde tanır. Kendi dışında hiç kimseye herhangi bir hak tanımadığı için, iradesi doğrultusunda yağmalayacağı, yok edeceği, köleleştireceği tüm yabancı halklara en vahşi acımasızlığı uygulama hakkını küstahça kendisinde bulur.

Eğer kendisini o halkalara cömert ve sevecen olarak gösteriyorsa, bu asla bir görev anlayışından kaynaklanmaz; çünkü devletin önce kendisine karşı, sonra kendisini özgürce oluşturan ve onun varlığını devam ettiren yurttaşlarına karşı, hatta sık sık olduğu gibi, artık kendisinin kulu olmuş olanlara karşı sahip olduğu görevlerden başka bir görevi yoktur. Halihazırda uluslararası bir yasa olmadığı için, ve böyle bir yasa devletin mutlak hükümranlığı ilkesini temelden yıkmaksızın asla anlamlı ve gerçekçi bir şekilde var olamayacağı için, devletin yabancı halklara karşı herhangi bir görevi olamaz.

Bu yüzden, eğer devlet, fethettiği herhangi bir halka insancıl bir muamelede bulunuyorsa, eğer bu halkın mallarını tamamen yağmalayıp varlığını da tamamen ortadan kaldırmıyorsa, eğer bu halkı köleliğin en alt düzeyine indirgemiyorsa, bu yalnızca ihtiyattan ya da basit bir bağışlayıcılıktan kaynaklanan politik bir davranış olabilir; asla bir sorumluluk anlayışından kaynaklanmıyordur; çünkü devlet, iradesi doğrultusunda, fethettiği bir halkı başından atma hakkına mutlak bir şekilde sahiptir.

İnsanlığın böylesi aleni inkârı, ki devletin özünü teşkil eder, devletin bakış açısıyla bakarsak, devletin yüce görevi ve en büyük erdemidir. Devlet yurtseverlik adını kendisi için çok uygun bulur ve bu ad devletin tüm üstün ahlakını oluşturur. Üstün ahlak diyoruz, çünkü böyle bir ahlak, ister bir topluluğun olsun ister özel bir bireyin olsun, genellikle, insan ahlakının ve adaletinin ötesine geçer ve yine o aynı belirtilerden dolayı sık sık insan ahlakı ve adaletiyle çelişki içine düşer. Böylece, suç işlemek, baskı yapmak, soymak, yağmalamak ve birbirinin yakınını öldürmek veya köleleştirmek, çoğunlukla suç olarak ele alınır. Öte yandan, yurtseverlik açısından bakarsak kamusal yaşamda tüm bunlar devletin daha büyük bir zaferi, korunması ve gücünün arttırılması için yapıldığında, bir göreve ve erdeme dönüşmektedir. Ve bu erdem, bu görev, her yurtsever vatandaş için bir zorunluluktur; devletin bekası gerektirdiğinde, herkes bu erdem ve görevi yalnızca yabancılara karşı değil, kendisi gibi devletin üyesi veya kulu olanlara karşı da yerine getirmekle yükümlüdür.

(…)

Bugüne kadar devletlerin temsilcileri tarafından yapılmamış olan veya şimdi bile günübirlik yapılmayan hiçbir acımasızlık, hiçbir vahşet, hiçbir saygısızlık, hiçbir yalan yemin, hiçbir sahtekarlık, hiçbir alçakça muamele, hiçbir soygun, hiçbir küstahça yağma ve aşağılık bir ihanet yoktur ve tüm bunlar, uygun olduğu oranda da rezilce olan şu sözlerden başka bir gerekçeye dayanmamıştır: "Devlet çıkarının gerektirdiği nedenlerden dolayı…"

Bunlar gerçekten de rezilce sözlerdir; çünkü bu sözler, resmi saflarda ve toplumun yönetici sınıflarında, Hıristiyanlığın kendi başına lekelediğinden çok daha fazla insanı kirletip onursuzlaştırmıştır. Bu sözlerin söylendiği andan itibaren, herkes sessizliğe gömülür, her şey durur; dürüstlük, onur, adalet, hak, hukuk ve hatta merhametin kendisi bile, mantığı ve o güzel duygusuyla birlikte tamamen yok olur. Siyah beyaza dönüşür, beyaz siyaha. En aşağılık insan davranışı, en adi cürüm, en gaddarca suç, birer erdemli davranışa dönüşür.

Bakunin…